Ayrıksı Ot

Mayıs 15, 2018

        Ayrıksı Ot


Oturduğumuz lojmanın karşısında, mutfak penceresinden baktığımda çok rahat görebildiğim ve daha önce hiçbir yerde görmediğim garip bir ev vardı. Tek katlı, toprak damlıydı ve evin kerpiç duvarları düzleştirilip çivilenmiş yağ tenekeleriyle kaplıydı. Evin dışı;  rengârenk sarılı, mavili, kırmızılı üzerinde çeşitli yağ markaları yazan tenekelerden oluşmuştu. Evi gözünde canlandırabildin mi?

Bu evde yaşlı ve yalnız bir adam yaşardı. Ne iş yaptığını bilmiyordum. Nasıl yaşadığını, nasıl yemek yaptığını, evi nasıl temizlediğini, çamaşırları nasıl yıkadığını bilmiyor ve anlayamıyordum. Çünkü bizim evde bu işlerin çoğunu annem yapıyordu ve karşıdaki evde bir “anne” yoktu. Aklım, fena karışmıştı… Kavrayamıyor,  anlayamıyor ve anlamadığım için fena halde korkuyordum adamdan.

Benim gibi küçük çocukları kaçırıp onlara zorla evini temizletiyor olabilirdi… Zavallı kız çocuklarına yemek yaptırıp, çamaşırlarını yıkattırıyor olabilirdi… Çaktın mı?

Kafamda deli sorular, mutfak penceresinden bakıp karşıdaki evin duvarlarında yağ tenekelerinin markalarını okumaya çalışırken annem yanıma gelip elime bir tepsi tutuşturuverdi. İçinde bir tabak güveç, pirinç pilavı ve yoğurt vardı. Önce tepsiye sonra anneme bakacakken dizlerim zangır zangır titremeye başladı. Olacakları anlamıştım. Annem, evin en küçüğü olarak benden; tepsiyi karşı evdeki adama götürmemi ve önce “Yemekleri annem gönderdi, afiyet olsun!” dememi sonra da “Tabakları boşaltıp geri verebilir misiniz?” diye sormamı, istiyordu.

Anneme gerçekleri anlatamamıştım tabii. Karşı komşumuzun; çocukları kaçıran, zincirlere vurarak onlara zorla iş yaptıran kötü bir adam olduğunu, zavallı kızların bulaşık ve çamaşır yıkamaktan ellerinin nasıl mahvolduğunu, yaşıtlarımın evi temizlemek ve onca yağ tenekesini düzleştirip duvara çivilemek için nasıl viran olduklarını, anlatamadım.

Tıpış tıpış evin yolunu tuttum… Elim ayağım tutmuyordu fakat emir büyük yerdendi. “Anne sözü dinlenir” ben bu mottoyla ergen oldum. Sen hiç duymadın mı bu sözü? “Yemekleri götürmüyorum, bana ne yeaa!” diyemezdim, taş olurdum. Anlıyor musun?

Tek katlı, yağ tenekeleriyle mantolanmış evin kapısındaydım… Tepsiyi, sağ taraftaki dikdörtgen taşın üzerine bırakıp kapıya sertçe vurdum. Yumrukladım adeta… Niçin?  Çünkü ne olacaksa hemen olmalıydı. Adam, sesi hemen duymalı, hemen kapıyı açmalı ve beni hemen zincirlere vurup diğer çocukların yanına atmalıydı. Her şey, hemen olmalıydı.

Yüzümde ter damlaları, elimde tepsi vardı fakat inan bana bende derman kalmamıştı. Kalbim çok hızlı çarpıyor ve elim ayağım titriyordu. Kapının ardındaki koridordan adamın ayak seslerini duydum önce, sonra son bir umut bana yardım edecek birileri var mıdır acaba deyip etrafıma bakındım. Kimse yoktu… Yapayalnızdım!..  Tam, gözüm kararmış şehadet getirecektim ki annemin sesini duydum. Bayıldın mı? Yok, canım ne bayılması! Annem işte, bak! Orada balkonda… Annem, balkondan bana bakıyor ve  “Tabakları istemeyi unutma”  diyordu. Yalnız değildim ve o an ölmek istedim. Mutluluktan tabii… (Bak bu da ilginç! Niçin mutluyken ölmek ister ki insan?) Kendime geldim. Elim ayağım titremiyordu artık ve gözümün önündeki karartı da gitmişti, her şey su gibi berraktı.

Adam kapıyı açtı. Ben anneme bakarak “Yemekleri annem gönderdi, afiyet olsun amca!” dedim. Adamken, “amca” oluvermişti birden. Amca, elini başıma uzatıp saçlarımı karıştırmış, beyaz sakalının arasından zor görünen dudağıyla gülümsemiş ve teşekkür etmişti. Tepsiye uzanıp yemekleri alırken az kalsın unutuyordum. “Tabakları boşaltıp verebilir misiniz?” dedim. O da “evet” anlamında başını sallayıp önümdeki koridorda kayboldu. Tekrar ortaya çıktığında, tabakları sudan geçirmiş, tepside iç içe koymuş ve bana uzatıyordu. Ekstradan “İyi günler” dileyip eve koştum. Ağlamak istiyordum…

Eve geldikten sonra tüm gece yatağımda o anı düşündüm. Adam tabakları boşaltmak için koridorda kaybolduğunda, onu beklerken ben de bir iki adım atmış ve koridora girmiştim. Amacım çocukları kurtarmaktı elbette. Önce; ince, tiz sesler duydum, karışık anlaşılmayan sesler. Merak edip biraz daha ilerleyince koridorun sonundaki  yavru kedileri fark ettim. Alüminyum bir kaptan süt içiyorlar ve miyavlıyorlardı. Tüm zemin boştu ve topraktı. Koridorun sonundaki geniş oda da görünüyordu artık. Fakat orada da pek bir şey yoktu. Hiçbir şey yoktu… Ne masa, ne halı, ne televizyon ne de zavallı çocuklar…

Adam; evlenmiş eşini yıllar önce kaybetmiş ve baba olamamış yalnız ve yaşlı bir adamdı. Ev, yalnız bir adamın ihtiyaç duyacağı kadar eşyaya; adam da yalnızlığına eşlik edecek kadar, kedilere sahipti. Duvarların dışındaki yağ tenekelerine gelince… Onlar da evi yalıtıyor  ve yapacak bir işi olmayan, sıkılan bir adamın garip meşgalesi oluyorlardı.




Normaldi yani… Her şey… Yaşam doğal akışında ilerliyor, insanlar doğuyor, büyüyor, ölüyor ve geride kalanlar hayatı katlanabilir kılmak için türlü şeyler yapıyordu. Sinoplu Diyojen fıçıda yaşıyordu örneğin… Sokrates yalınayak sokakta dolaşıyor, başka bir adam yağ tenekeleriyle kapladığı evde kedileriyle yaşıyordu. Çok mu garip?

Diyojen gündüz vakti, elinde lambayla dolaşarak insanı aradığını söylüyor; Sokrates “Ey Atinalılar! Ben tıpkı bir at sineği gibiyim ve siz; uyumanıza engel olduğum için, beni mahküm etmek istiyorsunuz” diyordu. Karşı evdeki adam da, sabahları kerpiç duvara yeni bir yağ tenekesi çivilerken türkü söylüyordu... Diyojen sürgün, Sokrates mahküm ediliyordu… Zaman geçiyor ve evi başka evlere hiç benzemediği için yaşlı bir adam, küçük bir çocuk için, “kötü” oluyordu…

Bize benzemediği,  fıçıda yaşadığı, yalın ayak dolaştığı, çok güldüğü yada az konuştuğu için birileri diğerlerini, hiç anlamıyordu… Anlamayınca korkuyordu...


Hiç yorum yok:

Telif Hakkı © 2018 Emre GÜLCAN. Blogger tarafından desteklenmektedir.