Ayrıksı Ot
Ayrıksı Ot
Oturduğumuz lojmanın karşısında, mutfak
penceresinden baktığımda çok rahat görebildiğim ve daha önce hiçbir yerde
görmediğim garip bir ev vardı. Tek katlı, toprak damlıydı ve evin kerpiç
duvarları düzleştirilip çivilenmiş yağ tenekeleriyle kaplıydı. Evin dışı; rengârenk sarılı, mavili, kırmızılı üzerinde
çeşitli yağ markaları yazan tenekelerden oluşmuştu. Evi gözünde
canlandırabildin mi?
Bu evde yaşlı ve yalnız bir adam yaşardı. Ne
iş yaptığını bilmiyordum. Nasıl yaşadığını, nasıl yemek yaptığını, evi nasıl
temizlediğini, çamaşırları nasıl yıkadığını bilmiyor ve anlayamıyordum. Çünkü
bizim evde bu işlerin çoğunu annem yapıyordu ve karşıdaki evde bir “anne”
yoktu. Aklım, fena karışmıştı… Kavrayamıyor, anlayamıyor ve anlamadığım için fena halde
korkuyordum adamdan.
Benim gibi küçük çocukları kaçırıp onlara
zorla evini temizletiyor olabilirdi… Zavallı kız çocuklarına yemek yaptırıp,
çamaşırlarını yıkattırıyor olabilirdi… Çaktın mı?
Kafamda deli sorular, mutfak penceresinden
bakıp karşıdaki evin duvarlarında yağ tenekelerinin markalarını okumaya
çalışırken annem yanıma gelip elime bir tepsi tutuşturuverdi. İçinde bir tabak
güveç, pirinç pilavı ve yoğurt vardı. Önce tepsiye sonra anneme bakacakken
dizlerim zangır zangır titremeye başladı. Olacakları anlamıştım. Annem, evin en
küçüğü olarak benden; tepsiyi karşı evdeki adama götürmemi ve önce “Yemekleri
annem gönderdi, afiyet olsun!” dememi sonra da “Tabakları boşaltıp geri
verebilir misiniz?” diye sormamı, istiyordu.
Anneme gerçekleri anlatamamıştım tabii. Karşı
komşumuzun; çocukları kaçıran, zincirlere vurarak onlara zorla iş yaptıran kötü
bir adam olduğunu, zavallı kızların bulaşık ve çamaşır yıkamaktan ellerinin
nasıl mahvolduğunu, yaşıtlarımın evi temizlemek ve onca yağ tenekesini
düzleştirip duvara çivilemek için nasıl viran olduklarını, anlatamadım.
Tıpış tıpış evin yolunu tuttum… Elim
ayağım tutmuyordu fakat emir büyük yerdendi. “Anne sözü dinlenir” ben bu
mottoyla ergen oldum. Sen hiç duymadın mı bu sözü? “Yemekleri götürmüyorum, bana
ne yeaa!” diyemezdim, taş olurdum. Anlıyor musun?
Tek katlı, yağ tenekeleriyle mantolanmış
evin kapısındaydım… Tepsiyi, sağ taraftaki dikdörtgen taşın üzerine bırakıp
kapıya sertçe vurdum. Yumrukladım adeta… Niçin? Çünkü ne olacaksa hemen olmalıydı. Adam, sesi
hemen duymalı, hemen kapıyı açmalı ve beni hemen zincirlere vurup diğer
çocukların yanına atmalıydı. Her şey, hemen olmalıydı.
Yüzümde ter damlaları, elimde tepsi vardı
fakat inan bana bende derman kalmamıştı. Kalbim çok hızlı çarpıyor ve elim
ayağım titriyordu. Kapının ardındaki koridordan adamın ayak seslerini duydum
önce, sonra son bir umut bana yardım edecek birileri var mıdır acaba deyip
etrafıma bakındım. Kimse yoktu… Yapayalnızdım!.. Tam, gözüm kararmış şehadet getirecektim ki
annemin sesini duydum. Bayıldın mı? Yok, canım ne bayılması! Annem işte, bak! Orada
balkonda… Annem, balkondan bana bakıyor ve “Tabakları istemeyi unutma” diyordu. Yalnız değildim ve o an ölmek
istedim. Mutluluktan tabii… (Bak bu da ilginç! Niçin mutluyken ölmek ister ki
insan?) Kendime geldim. Elim ayağım titremiyordu artık ve gözümün önündeki
karartı da gitmişti, her şey su gibi berraktı.
Adam kapıyı açtı. Ben anneme bakarak
“Yemekleri annem gönderdi, afiyet olsun amca!” dedim. Adamken, “amca” oluvermişti
birden. Amca, elini başıma uzatıp saçlarımı karıştırmış, beyaz sakalının
arasından zor görünen dudağıyla gülümsemiş ve teşekkür etmişti. Tepsiye uzanıp
yemekleri alırken az kalsın unutuyordum. “Tabakları boşaltıp verebilir
misiniz?” dedim. O da “evet” anlamında başını sallayıp önümdeki koridorda
kayboldu. Tekrar ortaya çıktığında, tabakları sudan geçirmiş, tepside iç içe
koymuş ve bana uzatıyordu. Ekstradan “İyi günler” dileyip eve koştum. Ağlamak
istiyordum…
Eve geldikten sonra tüm gece yatağımda o
anı düşündüm. Adam tabakları boşaltmak için koridorda kaybolduğunda, onu
beklerken ben de bir iki adım atmış ve koridora girmiştim. Amacım çocukları
kurtarmaktı elbette. Önce; ince, tiz sesler duydum, karışık anlaşılmayan
sesler. Merak edip biraz daha ilerleyince koridorun sonundaki yavru
kedileri fark ettim. Alüminyum bir kaptan süt içiyorlar ve miyavlıyorlardı. Tüm
zemin boştu ve topraktı. Koridorun sonundaki geniş oda da görünüyordu artık. Fakat
orada da pek bir şey yoktu. Hiçbir şey yoktu… Ne masa, ne halı, ne televizyon ne
de zavallı çocuklar…
Adam; evlenmiş eşini yıllar önce kaybetmiş
ve baba olamamış yalnız ve yaşlı bir adamdı. Ev, yalnız bir adamın ihtiyaç
duyacağı kadar eşyaya; adam da yalnızlığına eşlik edecek kadar, kedilere
sahipti. Duvarların dışındaki yağ tenekelerine gelince… Onlar da evi
yalıtıyor ve yapacak bir işi olmayan, sıkılan bir adamın garip meşgalesi
oluyorlardı.
Normaldi yani… Her şey… Yaşam doğal
akışında ilerliyor, insanlar doğuyor, büyüyor, ölüyor ve geride kalanlar hayatı
katlanabilir kılmak için türlü şeyler yapıyordu. Sinoplu Diyojen fıçıda
yaşıyordu örneğin… Sokrates yalınayak sokakta dolaşıyor, başka bir adam yağ
tenekeleriyle kapladığı evde kedileriyle yaşıyordu. Çok mu garip?
Diyojen gündüz vakti, elinde lambayla
dolaşarak insanı aradığını söylüyor; Sokrates “Ey Atinalılar! Ben tıpkı bir at
sineği gibiyim ve siz; uyumanıza engel olduğum için, beni mahküm etmek
istiyorsunuz” diyordu. Karşı evdeki adam da, sabahları kerpiç duvara yeni bir
yağ tenekesi çivilerken türkü söylüyordu... Diyojen sürgün, Sokrates mahküm
ediliyordu… Zaman geçiyor ve evi başka evlere hiç benzemediği için yaşlı bir
adam, küçük bir çocuk için, “kötü” oluyordu…
Bize benzemediği, fıçıda yaşadığı, yalın ayak dolaştığı, çok
güldüğü yada az konuştuğu için birileri diğerlerini, hiç anlamıyordu… Anlamayınca
korkuyordu...
Hiç yorum yok: